NAR AĞACI
Merhabalar efendim. Her şeyin bir vakti var ya bu alemde, işte yazmanın da bir vakti var bence. Bir iki hafta önce bitirdiğim romanı yazmak için ne kadar niyet ettimse de, her nasip vaktinin esiridir misali bugün karşısına oturabildim bilgisayarımın. Evet, her nasip öyledir, küçük büyük her şey vaktini bekler. Bazen en gizli hatırat-ı kalbimizin husule gelmemesinin sebebidir o vakit. Namazın bile farzlarından biridir vakit. Ama biz insan olarak acûluz, aceleciyiz yani. Bir şeyin hemen o an tam da istediğimiz gibi olmasını isteriz. Halbuki onun gecikmesinde nice hikmetler vardır a, bilemeyiz. Bilene güvenmeliyiz o halde, O bizi bizden ziyade düşünür...
Aslında böyle bir girizgâh yapmak aklımda yokken, klavyede bir sevkle dolaştı parmaklarım. Sonra düşündüm, bugünkü konumuz olan Nar Ağacı da tam böyle bir nasibi anlatıyor. Evet efendim, romanımızın konusunu kısaca anlatayım sizlere. Nazan Bekiroğlu'nu ilk defa okudum, ama son olacağını düşünmüyorum. Yazarın akıcı ve güçlü bir kalemi var. Hikaye kurgusal olarak çok güzel, sizi içine çekiyor. Bir eleştirim var sadece, onu da okuyanlar için sonda söyleyeceğim.
Settarhan ve Zehra'nın hikayesi bu. Settarhan, Tebriz'li ama aslen Azerbaycan Türkü, Tebriz'in meşhur halı tüccarı Mirza Han'ın oğlu, zeki, çevik, yağız bir delikanlı. Herkesin imrendiği bir yaşamı var. Soy, sop, güzellik, güç vs. her şeye sahip. Ya da kendini bütün bu şeylere hakiki malik sanıyor. Tüm bunlar elinden kayıp gittikten sonra ise bir yalnız, yetim, gurbette bir garip...
Zehra, Trabzon'un güzeli, kabına sığmaz genç bir kız. Aslında öksüz ve yetim, büyükannesi ve dedesiyle büyümüş. Umursamaz tavırları, hafif şımarık halleri de bu yüzden. Bir de abisi var, İsmail. Her şeyi olmuş onun, birbirlerine tutunmuşlar. Sonra Ruslar Trabzon'u işgal edince muhacir olup yollara düşüyorlar. Ve o günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmuyor.
Hikayeyi Settarhan ve Zehra'nın torununun ağzından dinliyoruz. Yani zaten bu ikilinin kavuşacaklarını biliyoruz, ama bunun ne suretle olduğunu tasavvur edemiyoruz. Hani bazı filmler sondan başlayıp birkaç yıl/ay vs. önce geriye giderek hikayeyi en baştan anlatır ya, bu kitapta da ona benzer bir üslup var. Ama çok daha orjinal. Torun, dedesi ve ananesinin hikayesini merak edip fotoğraflara bakarken birden -filmlerde olur ya- siyah beyaz fotoğraf renklenmeye ve ağaç yaprakları kımıldamaya başlıyor. Ve anlatıcımız kendini o fotoğraf karesinin çekildiği yerde ve zamanda buluveriyor. Onu kimse görmüyor ama o, Kah Settarhan'la Tebriz sokaklarında, kah Zehra'yla Büyükhanım'ın konağında her şeye şahit oluyor.
Buradan sonrası kitabı okumayanlarla değil, okuyanlarla hasbihal suretinde olacak. Spoiler :)
Zehra'nın muhacirlik yolları o kadar dehşetliydi ki, okurken kaç kere ağladığımı bilmiyorum. Hem de bunların gerçekten yaşanmış olması çok daha hüzünlüydü. Üstelik bir yandan bugün dünya üzerinde Müslümanlara yapılan zulümler aklıma geldi, daha da ağladım. Ah... Bir de İsmail... Genç yaşında feda oldu vatana. Ona da ayrı üzüldüm.
Azam'la Piruz'a aşırı sinirlendim. Kitabın en sonunda bir de düğün dernek yaptılar yazmış ya, Settarhan mutsuzken bunlar da mutlu olmasalardı diye geçirdim içimden a, neyse.
Ve Settarhan... Buruk bir sondu bence onunki. Kitabın sonuna kadar Zehra'yla ne zaman ne surette karşılaşacaklar diye tırnaklarımı yedim resmen. İşte eleştirim de bu aslında, Sevgili Nazan Hanım, Settarhan'la Zehra'cığımın uzun uzun mutlu olmasını çok mu gördün?! İkisi de o kadar şey yaşadı ki. Böylesi az bir bölümü hak etmediler kitapta. Ama yine de... En çok ikisinin görüşme kısmını sevdim ben. Settarhan'ın Trabzon'daki garip, kimsesiz hali içimi burkarken, Zehra da aynı gariplikteydi. Ve ikisi de birbirine çok iyi gelecekti. Bir de Settarhan'ın ilk görüşmede, "Zehra Hatun, İstanbul'a gidelim mi?" demesi... Ne kadar gitmek istiyordu İstanbul'a. İki aşkı yan yana koydu Zehra'yı görür görmez. Zehra ve İstanbul... Ama Zehra bırakamazdı ki Trabzon'u, büyükhanımı, İsmail'in anılarını... O da haklıydı ama gönül yine de üzülüyor Settarhan'ın o buruk haline. Bir de Zehra'nın daha Settarhan'ı görmeden kendisine söylendiğinde hissettikleri vardı ki... Buraya alıntı yapıp yazımı bitirmek istiyorum:
"Zehra onun nereli olduğunu sordu önce. 'Tebrizli' olduğunu işittiği daha ilk anda o cehennem dönüşü rıhtımda karşılaştığı Bakü Cemiyet-i Hayriyesi'nin fedakar şahısları, hele de Mehdi geldi aklına(...) Yerini yurdunu, çoluk çocuğunu bırakarak böyle bir fedakarlığı göze alan bireyleri yetiştiren bir millet büyük bir millet demekti ve onun bir ferdiyle evlenilebilir, ona sonsuza değin güvenilebilirdi. Üzerine yıkılmazdı böyle bir dağ insanın hiçbir zaman çünkü onun mayası temizdi ve Zehra'nın bundan sonra beklediği tek şey de gölgesinde dinlenebileceği bir dağdan ibaretti."
Yorumlar
Yorum Gönder