YEŞİL DENİZ MİLENYUM/ 1. SEZON

Yazmak, biraz gözümü korkutan bir iş. Bir filmle, bir kitapla ya da bir anıyla başladığın yazının devamında içinin dehlizlerine dalıveriyorsun. Sonunun nereye gideceğini bilmediğinden cesaret ve sabır isteyen bir şey. “Yazmak, insan yazsaydı ne yazardı, bunu öğrenme çabasıdır. Ancak yazdıktan sonra öğrenebiliriz bunu,” der Ali Ural. Bakalım ne satırlar dökülecek bu yazıda, beraber öğrenelim.

Yeşil Deniz Milenyum’un 1. Sezonu hakkında konuşacağım. Yeşil Deniz’i yayınlandıktan epey sonra izlemiştim. Tam bir klasik, kült bir dizidir, onda hemfikirim. Ancak Milenyum'a geçmeden önce Yeşil Deniz hakkında bazı eleştirilerim var.

Dostluğun, sağdıçlığın, dayanışmanın, fedakarlığın bolca olduğu bir dizi bu. Aynı zamanda garibanlıktan paçasını kurtaramayanların, mavi denizlere özlem duyanların hikayesi. Hakkını yiyemem, ilk yarının komedisi o kadar iyiydi ki, katıla katıla güldüğümü bilirim. Ama yarıdan sonra sanki tekrar düşmüştü dizi. Sağdıçlar hep başlarını belaya sokar, hep bir dalavereyle, yalanla kurtulmaya çalışırlar, (ki bu beni dizide en rahatsız eden şeylerden birine dönüşmüştü, çokça yalan vardı. Başlarının beladan kurtulamaması, bunun bir tokadı mıydı demeden geçemeyeceğim) sonra daha da batarlar ve “ağzını gırdığımın garibanlığı” moduna girerlerdi. Hep bir umutsuzluk hakimdi dizide. Bu da benim enerjimi düşüren şey olmuştu. Milenyum’da en beğendiğim şeylerden biri de artık yalana dolana, hileye başvurmak istememeleriydi. Her biri hayatın yükünü omuzlamış, ailesinin sorumluluğunu sırtlanmış, o haşarı halleri bırakmışlardı.

Bir diğer eleştirim de komedi yönü kadar dram yönüne ağırlık vermemeleriydi. Niye sağdıçların iç dünyasını izleyemedik mesela? Emin, neden öyle vurdumduymazdı? Onun acıları çok havada kaldı. (Milenyum kısmında en beğendiğim şeylerden biri, az sonra değineceğim) İsmail’in anne babasızlığı, garibanlığı başlı başına bir konu, bir iki bölüm mü ne vardı bunu anlatan. Son bölümlerde Süleyman'ın hikayesindeki dram iyiydi, ama o da yarım kalmıştı. Yani demem o ki, karakterlerle empati eksik kalmıştı bana göre.

Bu kadar eleştirince diziyi sevmediğimi zannetmeyin, samimiyetiyle ayrı bir yerde, dedim ya kült bir dizidir.

Gelelim Milenyum’a. Övecek o kadar şey var ki. Harika bir proje olmuş. Bir kere yıllar geçmesine rağmen, aynı sıcaklıkla devam edebilmiş. Dizi de gerçek hayat gibi birkaç yıl atlamış, gidenler, kalanlar, acılar, mutluluklar olmuş herkesin hayatında. Herkes biraz durulmuş, hayatın yükünü omuzlamış herkes bir ucundan. İsmail’in gidişiyle savrulmuşlar, sanki İsmail bir imameydi de, o çıkınca dağılmış herkes tesbih taneleri gibi.

Öncelikle Emin’den bahsetmek istiyorum. Ben bu Emin’i çok sevdim. Şair ruhu, nahifliği kızından sonra daha da ortaya çıkmış. Baba olmanın sorumluluğu da eklenmiş. Her seferinde hem kendine hem sağdıçlarına hatırlattı bunu. “Babayım ben gölöm!” Kız babası olmak ne de yakışmış. Bir bölümde, kızının adına neden Fatma Girik koyduğunu söylüyordu, annesi Fatma Girik’e benzermiş. Heh dedim işte, Emin’in iç dünyasını gördük! Kısa ama çok dokunaklı bir sahneydi benim için.

Süleyman’ı hasta bırakmıştık finalde, ameliyat olmuş, anasını kaybetmiş. Yıllar geçmiş ama, bunların izi silinmemiş hiç. Her gün annesinin mezarında radyoyu açması.. Ağzına attığı iki cevizden sonra anasıyla dertleşmesi ayrıca güzeldi.

Ameliyat onda asabiyet izi bırakmış, ama Sibelin kıyısında sakinleşiyor bir tek. Süleyman’ın en büyük şansı olmuş bu hayatta. En düştüğü anlarda elinden tutup kaldıranı olmuş. -Sibel’im zaten Yeşil Deniz’de de en sevdiğim kişidir. Çok farklı bir aurası var, yeri geliyor o sert çıkışlarıyla karşıdakini korkutuyor, yeri geliyor en yumuşak kalpli kadın oluveriyor. Bayılıyorum kendisine- Birbirlerine olan sevgileri bir yana, saygıları da çok güzel. Aşılmaması gereken sınırları aşmıyor hiçbiri. Çocuk hakkındaki konuşmaları da ayrıca güzeldi, tahminim 2. Sezonda daha da bu konunun üstüne gidecekler.

Mileynyum'da hikayesini en çok beğendiğim karakterlerden biri de Ersin’di. Abisinin gidişinin ardından radyoculuk vazifesini o üstlenmiş. Sanırım bu dizide en beğendiğim şeylerden biri, İsmail’in efkarlandığı zaman radyosunun başına geçip tüm hissettiklerini, acılarını, umutsuzluklarını anlatmasıydı mikrofon başında. Aynı şeyi Ersin devralmış. Zaten yazar olmak istiyordu, kelimelerle arası çok iyi. Ver eline mikrofonu, sabaha kadar dinle. Bazen içindeki mutluluğu tüm coşkusuyla anlattı, bazense yıkılan hayallerinin hüznüyle döküldü kelimeler.

Bir de görünmez adam mahlası takmış kendine, neden görünmez olmayı seçmişti?

"Neden görünmez olmayı seçtim? Çünkü başka çarem yoktu da ondan seçtim. Hayatım boyunca beni gören olmadı da o yüzden seçtim. Kıyıda köşede kalmış bir hayattı benimki. Sığıntı gibi, başkalarının sırtında bir kambur gibi büyüdüm. Herkesin hep bir işi vardı, herkes bir yerlere yetişmeye çalışıyordu. Bütün bu koşuşturmaca arasında bir de ben vardım. Gerçekten var mı yok mu belli olmayan ben... Ben hiçbir zaman görünmedim ki. Kim bilir belki radyoculuğu da bu yüzden sevmişimdir. Sonuçta kimse görmüyor ya seni. Sen sadece bir nefes, bir sesten ibaretsin. Bir varmış, bir yokmuş gibi...

Bir de gençlik başında duman aşık haller, tut tutabilirsen. Aşık demişken, ben Ersin’in aşık ama gururlu halini çok sevdim. Hani filmlerde aşkı için kendini hiçe sayar, reddedilince daha çok peşinde koşarlar ya, ondan hiç hazetmiyorum. Yahu, her şeyden önce senin bir gururun yok mu, kendine yapma bu saygızılığı demek istiyorum onlara. Heh işte Ersin de biz ayrı dünyaların insanlarıyız reddi yiyince, gururunu ayaklar altına almadan onuruyla vazgeçiyor aşkından. Üstelik kızın tepeden bakmalarına da pabuç bırakmayacak derecede onurlu. Sonrasında baya tatlı iki aşık oldular tabi :)

Ama onun en çok da abisiyle olan yüzleşmesini sevdim. Önce kabullenemedi gidişini, nasıl bırakıp gidebildi ki onu. Anası yoktu, babası yoktu, bir abisi vardı, o da habersizce çekip gitmişti işte. Parasız kaldığında yoktu, aşk acısı çektiğinde yoktu, çocuklar toplanıp onu dövdüklerinde yoktu. İhtiyacı olan hiçbir anda yoktu abisi. Affetmeyecekti, affedemezdi de. Bu hikaye çok gerçekti bence. İnsanın canını en acıtan en sevdiklerinin yaptıklarıdır ya, kolay kolay da unutulmaz işte. Ersin de haklıydı.

Peki İsmail?..

Şüphesiz en etkilendiğim karakterdi İsmail. İzlerken o kadar içim burkuldu ki. Gurbette yaşadıkları zaten çok ağırdı. Bir de herkes onu suçluyordu. Yakut’un ona güvenmeyip çekip gitmesinin suçlusu İsmail’di herkese göre. İsmail’den adam olmazdı. Sağdıçlar bir hata mı yaptı, İsmail ayartmıştır. Gümüş kendisine mi kaçtı? İsmail neler vaadetmiştir de kandırmıştır kızı. Asla kimseyi masum olduğuna inandıramadı. Çok üzüldüm sahnelerine. 


Garibanlığın dibine vurmuş, hep kahrettiği o yeşil denizlerden kaçmış, ama mavi denizlerde boğulmuştu bu sefer de. Çünkü insan nereye giderse gitsin kendisini de götürürdü oraya. Ne kadar kaçarsa kaçsın, kendisinden kaçamazdı insan. Bunu anlayınca, aldı eline mikrofonu, geçti radyonun başına:

“İnsan yenilgileriyle büyür bu hayatta. Yenilgileriyle yatar, yenilgileriyle kalkar, yenilgileriyle yaşar. Ben bu hayatta çok yenilgiler biriktirdim. Yenilgilerin en büyüğü de kendim oldum, hem kendime, hem başkalarına. Sanki görünmez bir hapishane var. Ama ben bu yeşil denizlerden bahsetmiyorum bu defa. Bizi çevreleyen bu yeşil hapishaneden bahsetmiyorum. İnsanın ondan daha büyük bir hapishanesi var; o da kendi. Hepimiz kendimizin en büyük hapishanesiyiz...”

Gümüş’le hikayesini sevdim ben, didişmeleri de tatlıydı. Radyoda dinledikçe İsmail’in ruhunun inceliğini görüp sevmiş. -Diğer partnerlerinden ayrı bir yerde oldu o yüzden gözümde- 

Kalabalıklar içindeki o yalnızlığında onu dinleyip teselli bulmuş. İsmail’in bütün programlarını bir sandık kasete kaydetmesi detayı da güzeldi.

Ersin’in dövülüp Sekleme Virajı’nda olduğunu duyunca İsmail, nasıl da bütün kaybettikleri bir bir canlandı gözünde. O sahne de çok iyiydi.

Hele son bölümde bütün gemileri yakıp, suçluların ceza çekmesi için kendini de ateşe atması... Herkese tek tek yazdığı o mektuplar ciğerimi dağladı ne yalan söyleyeyim. Özellikle de Ersin’e yazdığı mektup... Gözlerim dolu dolu izledim. Ersin’in bisikletle onu son anda yakalayıp, abi gitme demesi. Nereden baksan müthiş sahneydi. Berke Acar dizi boyunca her duyguyu, ama özellikle o yıkık duyguyu çok iyi vermiş. Geleceği parlak bu çocuğun size diyiverem gariJ

İşte böyle sadıçlaa, biraz uzun oldu amma içimi döküverem didim. Başka bir yazıda görüşmek üzere gölöm J



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar